Xiaomi 14 Ultra ile Siyah Beyaz İstanbul
Orda Bir Fotoğrafçı Var, Balıkesir’de..
Doğal olarak herkes mobil fotoğrafçılıkta kullandığınız telefonun kamerasının renkleri nasıl gösterdiği konusuna çok önem veriyor. Geçtiğimiz sayıda Xiaomi 14 Ultra’nın renk konusundaki yeteneklerini sizlerle paylaşmıştık. Şimdi sıra Leica teknolojisiyle gelen eşsiz siyah beyaz yeteneklerinde…
Siyah beyaz fotoğrafçılık, görsel sanatların en saf ve çarpıcı biçimlerinden biridir. Renklerin yokluğunda, şekiller, dokular ve kontrastlar ön plana çıkar ve izleyicinin dikkatini fotoğrafın özüne, yani kompozisyona, ışık oyunlarına ve duygusal derinliğe yönlendirir. Siyah beyaz fotoğrafçılıkta, her tonun ve gölgenin bir anlamı vardır; her ayrıntı, hikâyenin bir parçasıdır.
Bu tür fotoğrafçılığı tercih eden biri olarak, siyah ve beyazın gücünü keşfetmek ve bu zıtlığın içinde saklı olan duyguları yakalamak benim için büyüleyici bir deneyim. Renklerin dikkat dağıtıcı etkisinden arınmış bir dünyada, her karede farklı bir hikâye anlatma fırsatı buluyorum. Işığın farklı açılardan yansıması, gölgelerin dansı ve dokuların ortaya çıkışı, siyah beyaz fotoğrafların vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyah beyaz fotoğrafçılık, aynı zamanda bir zamansızlık hissi yaratır. Bu tür fotoğraflar hem geçmişin izlerini taşır hem de geleceğe dair bir bakış açısı sunar. Her karede hem nostalji hem de modern bir estetik buluşur. Siyah ve beyazın basitliğinde, karmaşık duygular ve derin anlamlar saklıdır.
Bu yüzden, siyah beyaz çalışmayı seven biri olarak, bu sanatın büyüsüne kapılmaktan ve her anı ölümsüzleştirmekten büyük keyif alıyorum.
Genellikle mobil fotoğrafçılık yapmayı tercih edenler doğal olarak renkli çalışmayı tercih ediyorlar. Özellikle renklerin doğru doygunlukta olması, birçok akıllı telefon kamerasının kalitesini belirlemekte önemli bir rol oynuyor. Geçtiğimiz
sayıda Xiaomi 14 Ultra’yı deneyimlerken, sizlere “rengarenk” bir sokak festivalinden örnekler sunmuş, telefonun kamerasının renkli çekimlerde ne kadar başarılı olduğunu çekmiş olduğum fotoğraflarla kanıtlamaya çalışmıştım.
Bu sayıda kadim Leica mirasına ve teknolojisine sahip olan Xiaomi 14 Ultra’nın birçok akıllı telefon kamerasından farklı olarak siyah beyaz fotoğrafçılıktaki gücünü de göstermek istedim.
Bu konuda tartışmasız ülkemizin en önemli fotoğraf sanatçısı Ara Güler’in izinde yürümeye çalışarak, İstanbul sokaklarında dolaştım ve Photoline için Xiaomi 14 Ultra ile bir “Siyah Beyaz İstanbul” seçkisi hazırladım. Leica, halihazırda kamera ve lens üretimine devam eden bir şirket. Özellikle üretiminde el işçiliği ve maksimum derecede hassasiyet ve kalite kontrol Leica ürünlerinin son derece pahalı olmasına neden oluyor.
Ancak kalitesiyle Leica fiyatını hak eden bir marka. Analog dönemde yalnızca siyah beyaz filmlerin ve baskıların olduğu dönemde de Leica, özellikle ayrıcalıklı profesyoneller ve sanatçılar tarafından tercih ediliyordu. Günümüzde de belirli bir seviyenin üzerinde bütçeye sahip olana kadar birçok fotoğraf tutkununun rüyasıdır Leica.
Monokrom görüntüler, Henri CartierBresson, Robert Capa, Brassaï veya Diane Arbus gibi haber ve sanat fotoğrafçılığının eski ustalarını akla getiriyor. Haber ve sanat fotoğrafçılığı arasındaki sınırlar bugüne kadar akışkan kaldı. Tür ne olursa olsun, rengin bilinçli olarak ihmal edilmesi hem fotoğrafçıda hem de izleyicide yüksek bir niyetlilik duygusu uyandırıyor. Fotoğrafçılık birden fazla açıdan temelden değişti ve Leica bu çığır açan değişikliklerin çoğunda pay sahibi. Monokrom bir sensör geliştirmek,
Leica’nın kendilerini tamamen siyah beyaz fotoğraf sanatına adayanlara saygı ve hayranlık beyanı... Leica’nın Monochrom varyantları, son derece keskin ve detay açısından zengin yorumlarıyla öne çıkıyor. Yetenek açısından, tamamen siyah beyaz bir kamera doğası gereği üstündür.
Tüm görüntü sensörleri - renkli bir görüntü oluşturacak olanlar da dahil olmak üzere - yalnızca parlaklık bilgilerini kaydeder. Standart bir kamerada, renklerin enterpolasyonunu kolaylaştırmak için sensörün önüne kırmızı, yeşil ve mavi bir filtre dizisi yerleştirilir. Özel siyah beyaz kameralarda, bu ışık emici kaplama atlanarak en ince ayrıntıların bile daha keskin bir şekilde yorumlanmasını sağlar ve hassasiyet aralığını yaklaşık bir f-stop artırır.
Sonuç olarak, Leica’nın Monochrom modellerindeki siyah beyaz sensörler yalnızca bozulmamış, katkısız siyah beyaz görüntüler yakalamakla kalmıyor, aynı zamanda renk oluşturma muadillerine göre daha büyük bir dinamik aralık ve daha iyi sinyal-gürültü oranı sunuyor. 2012 yılında M Monochrom ile analog siyah-beyaz fotoğrafçılığın büyüsünü dijital çağa taşıyan Leica, bu konuda ayrı bir segmentin öncüsü oldu ve birçok kamera markası monokrom sensörlü ürünler piyasaya sürdüler.
Bu benzersiz fotoğraf makinelerinin başarısı, fotoğrafçı Barbara Klemm’in efsanevi sözüyle tekrar tekrar ilgili hale geliyor: “Siyah ve beyaz yeterince renklidir.”
Leica’nın yalnızca siyah beyaz fotoğraf çekebildiğiniz bir kamera üretmesi aslında bana Xiaomi 14 Ultra’nın siyah beyaz yeteneklerini göstermesi konusunda önemli bir ilham verdi. Leica BW HC, yani Leica’nın kendine özgü keskin tonlar taşıyan siyah beyaz yüksek kontrastlı filtresini bol bol kullandım. Fotoğrafların dramatik etkisi açısından yüksek kontrastı tercih ediyor ve tavsiye ediyorum.
Ben şu anda 68 yaşındayım ve ilkokul yıllarımdan hala hatırladığım bir şarkı var! Sözleri Ahmet Kutsi Tecer’e ait olan “Orda Bir Köy Var Uzakta” isimli bu şarkıyı ilkokul öğretmenimiz mandoliniyle çalardı, biz de bağıra bağıra söylerdik.
“Orda bir köy var uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizin köyümüzdür” diye devam edip giden bir şiirdir. Sevgili Ali Hikmet Varlık’ın elli dört senedir Balıkesir’de gözlerden ırak hummalı bir şekilde fotoğraf çekmesi ve bizim bundan pek de haberdar olmamamız aklıma bu şarkıyı getirdi.
Sevgili Ali Hikmet Varlık, 1970 yılından bu yana fotoğrafla yatıp fotoğrafla kalkan bir arkadaşımız. Emekli Türkçe öğretmeni ve Balıkesirli. BASAF / Balıkesir Sanat Fotoğrafçıları Derneği’nin kurucu yönetim kurulu üyesi.
Genellikle insan odaklı fotoğraflar çekiyor ve çalışan insanlara ayrı bir önem veriyor. Kendisine Türkçe öğretmenliğinin fotoğrafçılığına bir faydası olup olmadığını sorduğumda beni şöyle yanıtlıyor.
“Neticede fotoğraf, ışıkla yazma sanatı. Öznesi, yüklemi yerinde olmalı ki kolayca anlaşılsın. Türkçe öğretmenliği bana en başta düzgün cümle kurmayı öğretti ve bu da çektiğim fotoğraflara olumlu olarak yansıdı.” Sevdiği şair ve yazarları da şöyle sıralıyor: Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Attila İlhan, Orhan Veli, Refik Durbaş, Fikret Otyam.
Sevdiği yerli ve yabancı fotoğrafçılar ise şöyle: Heneri Cartier Bresson, Sebastiao Salgado, Josef Koudelka, Ara Güler, Ozan Sağdıç, Gültekin Çizgen, Timurtaş Onan ve Sadık Üçok. Şimdi Sevgili Ali Hikmet Varlık’ın fotoğraflarını yorumlarken, sevdiği yazar ve fotoğrafçılardan esintiler olup olmadığına da bakacağız tabii.
Sadece kompozisyon kuralları açısından ele aldığımızda bile harika bir fotoğraf. Koyu gri tonların hakim olduğu bir görüntü olmasına rağmen tüm detaylar seçilebiliyor. Ortamdaki tek yaşam ögesi siyah-beyaz bir kedi hem beyazı bol hem de “altın kesim” noktasında duruyor ve fotoğrafı kurtarıyor. O siyah-beyaz ama daha ziyade beyaz kedi orada olmasa sevgili Ali Hikmet Varlık büyük bir olasılıkla bu fotoğrafı çekmezdi. O halde bu fotoğrafa “Assos’taki Beyazlı Kedi” diyelim ve biraz da içerikten bahsedelim.
M.Ö. 348-345 yılları arasında Aristoteles, Kral Hermias’ın daveti üzerine Assos’a gelmiş ve dünyada bilinen ilk felsefe okulunu burada açmış. Dönemine göre, büyük bir kültür merkezi olan Assos’ta, Aristo “Erdeme Övgü” adlı eserini yazmıştır. Gördüğünüz gibi Assos tarihte çok önemli bir yere sahip ama gelin bunu bir de bizim beyazlı kediye anlatın. “- Benim atalarım on bir milyon yıldan beri bu dünyadalar, bana felsefe yapmayın!” diyor. Kediler diyebilirler, zararı yok ama siz siz olun “- Bana felsefe yapma!” diyen insanlardan uzak durun.
Sevgili Ali Hikmet Varlık’la tanıştığımıza çok sevindik. Fotoğraflarını keyifle yorumladık ve bundan sonra da takipçisi olacağız. Kolay gelsin, ışığın bol olsun sevgili dostum.
Bakar bakmaz fotoğraftaki kişinin keyifle sigara tellendiren bir Çingene delikanlısı olduğunu anlıyoruz. Kendini ve daha birçok şeyi anlatan çok kuvvetli bir görüntü bu! Aynı zamanda sık sık tekrarladığımız “Carpe diem / Günü yakala...”nın da fotoğrafı. Milattan yirmi üç yıl önce Romalı şair Horatius’un dizelerinde geçen ve “anı yaşamak” anlamına gelen bu felsefi görüş, günümüz Roman halkında doğal olarak devam etmektedir.
Carpe diem şeklinde söylenen bu hatırlatmaya onların ihtiyacı yok aslında. Çoğu insanın sahip olamadığı “zaman” dediğimiz çok değerli bir şeye sahip onlar!
Öncesi ve sonrası yok sanki, zaman sigara içme zamanı. Bir müzik dinler gibi duygulu, atomun sırrını keşfedercesine ciddi ve o külü düşürmek bir faciaya neden olabilecekmiş gibi dikkatli... Duruma bakılırsa, şu anda sigara içmekten daha önemli bir şey olamaz. Elin estetik duruşuna bakacak olursak, bu delikanlının bir müzik aletini de gayet ustalıkla çaldığını anlayabiliriz, muhtemelen keman. Sanki karşımızda Emir Kustirica’nın “Çingeneler Zamanı” filminden fırlamış bir karakter var. Biraz daha bakmaya devam edersek Goran Bregoviç’in müziklerini de duymaya başlayacağız bu gidişle.
Demek ki, Türkçe öğretmeninin çektiği fotoğraf bir hayli okunaklı oluyormuş. Sevgili Ali Hikmet Varlık sayesinde bunu da öğrenmiş olduk.
Aklıma hemen, objektifini “kendi trajedisiyle doğanlara” çevirdiğini söyleyen ünlü Amerikalı fotoğrafçı Diane Arbus’un fotoğraflarındaki karakterler geldi. Zamanında Diane Arbus (1923 – 1971) bu tür sıra dışı insanları fotoğraflayarak, klasik fotoğraf anlayışını derinden sarsmıştı. Bazı şeylerin sorgulanmasını sağlamıştı. “Sadece güzel olan şeylerin mi fotoğrafı çekilmelidir?” sorusu ve buna verilen değişik yanıtlar uzun tartışmalara yol açmıştı.
Bu soruyu kendi açımdan cevaplandırmam gerekirse şöyle derim: Güzel de olsa sıradan bir fotoğraf çok sıkıcıdır ve vakit ayırmaya değmez. Örnek: Bitmek tükenmek bilmeyen boş gün batımı fotoğrafları. Tabii ön planda ilginç bir obje varsa iş değişir. Ayrıca fotoğrafa yeni başlayanları affedebiliriz, her fotoğrafçının biraz gün batımı fotoğrafları çekmek hakkıdır. Şimdi biz onları bir kenara bırakıp, buradaki fotoğrafa gelelim. Sevgili Ali Hikmet Varlık’ın portfolyosunda Diane Arbus tarzı portreler dikkatimi çekti. Çok güzel bir zamanlamayla çekilmiş olduğu için özellikle bunu sizlerle paylaşmak istedim.
Bu adamın gözleri açık, ağzı kapalı olsaydı fotoğraf bu kadar vurucu bir etkiye sahip olmazdı. Adamın sadece iki diş kalmış ağzı, hayatının özeti gibi. Biz sokak röportajcısı olsak ve bu adama “Ekonomi hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorsak, adam sadece ağzını açıp bize göstererek, zahmetsizce bu soruyu cevaplandırabilirdi.
Gördün, gördürdün ve bizim de bu kadar yorumlar yapmamızı sağladın ya sevgili Ali Hikmet Varlık, deklanşörün dert görmesin. Eline, gözüne sağlık.
Bu fotoğraf Balıkesir’de bir haddehanede çekilmiş. Haddehaneler, ham demirin eritilip şekil verildiği fırınlardır. Haddehane fırınlarında ısı 1200 - 1400 derecelere kadar çıktığından aşırı sıcak bir ortam vardır ve çalışan işçiler devamlı şakır şakır terlerler. Fotoğrafta ocağı göremiyoruz ama adamın aşırı bir şekilde terlediğini görüyoruz.
Böyle terli ve yorgun işçi portrelerini Salgado’nun fotoğraflarında sıklıkla görebiliriz. Özellikle sonradan kapatılan Serra Pelada altın madeni fotoğrafları çok etkileyicidir. O madene “Yüz bin insanın çalıştığı bir karınca yuvası” diyorlardı ve insanlık dışı bir ortamdı. Ter dışında bizim haddehanelerle pek bir benzerliği yok. Sevgili Ali Hikmet Varlık, sevdiği fotoğrafçılar arasında Salgado’yu da sayınca, ben bir bağlantı kurdum.
Profesyonel reklam fotoğrafçısı olarak fabrika fotoğrafı çekmeyi çok severdim. Zor iştir, çok yorar insanı ama zevklidir. Hatay’da yaz aylarında bir haddehane çekiyorduk ki sormayın! Hatay’ın sıcağı bir yandan, haddehanenin sıcağı diğer yandan ben ve asistanım oradaki işçilerle beraber bol bol terledik. Neyse, çekimimizi bitirdik, ışıkları, kamerayı falan toparladık. Derken sıra geldi bir yorgunluk çayı içmeye, işçilerle beraber onların yemekhanesine gittik. Hepimiz yorgun ve terliyiz, ellerimizde çaylar, odada herkes mutlu. O sırada terle karışık iki damla göz yaşı da aktı galiba benden. Niye biliyor musunuz? Ara sıra eşitlenmek lazım, ben de terledim diyebilmek lazım. Rahatlatıyor insanı. Sevgili Ali Hikmet Varlık da bu fotoğrafı çekerken epey terlemiş, emek vermiş. Merak etme sevgili dostum, verilen emekler boşa gitmez.
“A la minute” bir dakika içinde anlamına gelen Fransızca bir mutfak terimidir. Alaminüt fotoğrafçılık ise dakikalık fotoğrafçılık; nam-ı diğer “şipşakçılıktır”. Fotoğrafçı birkaç dakika içinde fotoğrafı çeker ve kameranın daha doğrusu ahşap kutunun içinde tabederek müşteriye teslim ederdi. Dünyanın birçok yerinde “Box Camera, Afghan Camera, Street Box, Camera Minuteros, Lambe Lambe, Cuban Polaroid, Instant Box, Water Camera” gibi farklı isimlerle anılsa da bu topraklarda fotoğrafçılar, şipşakçılar olarak tanındı.
Alaminüt kameralar 19.yy sonlarından itibaren Amerika ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde kullanıldı. Fotoğrafçılar çoğunlukla kendi kameralarını kendileri yapar ve sokaktaki çekimlerinde derme çatma fonlar kullanırlardı. Kutu kameralar fabrikadan çıkma bir seri üretim ürünü olmadığı için temel özelliklerini bir kenara koyarsak fotoğrafçının kişisel ihtiyaçlarına göre tasarlanırdı ya da fotoğrafçı kendi el çabukluğuna göre eklemeler/çıkarmalar yapardı tasarımda. Bu kişiselleştirile bilirlik fotoğrafçıyla kamera arasında organik bir bağ oluşturmasından sanırım her fotoğrafçıyla birlikte yekpare bir biriciklik doğuyordu.
Türkiye’de ise 1920-1960 yılları arasında yaygın olarak kullanıldı. Sokaklarda, meydanlarda sıkça rastlanılan şipşakçılar, çoğunlukla kamu binaları yakınlarındaki arzuhalcilerle birlikte çalışırlardı.
Dijital çağa henüz geçilmemişken ve filmli fotoğraf makinelerine bile erişilemiyorken fotoğrafı elde etmenin birçok farklı tekniği olsa da en ücra köylere, kasabalara kadar giren tek
bir fotoğrafçılık türü vardı. Öyle ki bazı kasabalarda berberlerin aynı zamanda Alaminüt fotoğrafçılık yaptığı da söylenir. Tıpkı tarih boyunca berberlerin hem hacamatçı hem sülükçü hem dişçi hatta sünnetçi olması gibi. Günümüze kadar en disiplinler arası iş tanımı olan esnaf berberlerdir diyebilir miyiz bilemiyorum ama o günün şartlarını düşündüğümüzde; özellikle kırsal kesimlerde fotoğrafçılığın, tek başına bir geçim kaynağı olacak bir meslek olmadığı kesin.
Fotoğrafla yeni tanışmaya başlayan halk, çoğunlukla resmi evraklarda fotoğraf zorunluluğundan dolayı vesikalık çektiriyor olsa da gurbetteyken hatıra fotoğrafı çektirip memleketinde bekleyenine gönderen de az değildi tabi. Meşhur “İstanbul Hatırası” yazılı fonun önünde fotoğraf çektirenlerin karşısında Alaminüt fotoğrafçılar durur, çekerken pozlama süresini hesap etmek ve karşısındakini oyalamak için türlü tekerlemeler söylerlerdi. Sözlü kültürümüzde yer alan birçok mani ve tekerlemenin alaminütçülerden miras kaldığı düşünülür. Bazıları kedi besler ve kedinin gözüne bakarak ışığın şiddetini ölçerlerdi. “Kedi gözü” terimi de fotoğraf literatürüne buradan girmiştir.
“İstanbul Hatırası” klasikleşmiş olsa da farklı şehirlerde isim değişirdi. Bir kısmı nakışla ya da resimle süslerdi fonları. Askerlerin izin günlerinde “Askerlik Hatırası” yazan fon kullanılırdı. Bazıları dekor ve aksesuarlar bile bulundururdu. Sanatsal ve teknik açıdan kıyaslanmadığı sürece stüdyo fotoğrafçılarının yapabildiği hemen her şeyi yapabiliyorlardı. Halkın en alt tabakasına ulaşabilen seyyar fotoğrafçılar, halk için en ucuz, en hızlı ve en ulaşılabilir olandı. Zamanla sayıları artsa bile rekabetten çok dayanışma içinde oldular.
İş hacminin yoğun olduğu yerlerde ya da gün ve saatlerde bir ekip gibi çalışırlardı. Örneğin; negatifleri bir kişi çeker, pozitifleri başka bir kişi, son yıkama ve kesme işini başka bir fotoğrafçı yapardı.
Kazanılan para ortak bir havuzda toplanır, gün sonunda bölüştürülürdü. İşe yeni başlayan alaminütçü sıranın ya da sokağın en sonuna atılsa da fiyatı sabit tutmanın bir yolunu muhakkak bulurlardı.
Bir müşteri sorduğu ilk fotoğrafçıyı pahalı bulursa alaminütçü, çırağını sonraki fotoğrafçıya gönderir ve şifreyi söyletirdi; “Bizim sehpa sizdeymiş”. Karşılaştıkları herhangi bir problemi en hızlı ve en kolay nasıl çözebiliyorlarsa bu bir sır olmazdı. Çünkü hepsi aynı geminin yolcusuydu; sokağın.
Alaminüt kameranın karanlık oda görevi gören sandık kısmı çoğunlukla sert ve hafif olduğu için ıhlamur ağacından yapılırdı. Yan yüzeylerden biri fotoğrafçının vitriniydi. İçindeki küvetler ve kağıt kutusu tenekedendi. Arkasından sarkan, kolu ışık almadan kutunun içine sokmaya yarayan siyah kumaşa “kolçak”, üstte fotoğrafı geliştirirken görmeye yarayan “bakaç” vardı. Alaminütçü ilk önce halk arasında “Arap” diye tabir edilen fotoğrafın negatifini çekerdi. Daha sonra “antigraf” denilen L şeklindeki kola tutturulup negatif kağıdın reprodüksiyonunu çekerdi.
“İstanbul Hatırası”ndaki “S” , “N” ve “R” harfleri kullanılan her fonda ters olmasa da elle işlendiği ya da yazıldığı için fotoğrafçıların ve nakış ustalarının eğitim düzeyleri de düşünüldüğünde tipografik orantısızlıklar ve asimetrilere çokça rastlanılırdı. Kasıtlı olarak ters yazılmamışsa da en güçlü tahmin bu gibi. Kabul görmesinde yatan sebepse sanırım bu hatalı “esprinin” seyyar fotoğrafçılar için alametifarikaya dönüşmesiydi.
Türk sinemasında 1966 yapımı Atıf Yılmaz’ın “Ah Güzel İstanbul” adlı filminden hatırlayacağımız Sadri Alışık’ın oynadığı Haşmet karakteri ve 1958 ile 1971 yapımı Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş” isimli filmlerinden hatırlayacağımız Müşfik Kenter ve Salih Tozan’ın oynadığı Artin karakteri alaminüt fotoğrafçıların toplumdaki yerini çok güzel özetliyor. 1980’li yıllarda resmi işlemler için siyahbeyaz fotoğraflar kabul edilmemeye başlayınca alaminüt fotoğrafçılık da yavaş yavaş tarihe karıştı. Bunun bir diğer sebebi de piyasaya sürülen daha teknolojik fotoğraf makineleriydi elbette.
Alaminütçüler ihtiyaçtan değil ama bu kültürü yaşatabilmek için 2000’lerin başlarına kadar dirense de modern çağ onlara bir yer açmadı. Şimdilerde sadece filmlerde ya da antikacılarda gördüğümüz ahşap sandıkların içinden bir fotoğraf çıkıyor olması pek fantastik görünüyor. 19.yy fotoğrafçıları için bugünün ütopya olması çok muhtemel. Günümüz fotoğrafçıları içinse distopik bir dönemdeyiz demiyorum elbette ama sarı kahkahalar attığımız kesin. İçinde bulunduğumuz çağ maddi-manevi her şeyi hızla üretmeyi ve hızla tüketmeyi öğretmiş olsa da “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diyenler için fazlasıyla yorucu olabiliyor.
Fotoğrafı hangi amaçla çekiyorsak çekelim fark etmez; çekmeden önce ne kadar düşünüyoruz ne kadar bekliyoruz, kullandığımız kameraya mı güveniyoruz yoksa gözümüze mi, tek bir fotoğraf çekme hakkımız olsaydı neyi nasıl çekerdik, çektiğimiz binlerce fotoğrafa geri dönüp hangi sıklıkla bakıyoruz, çektiklerimizi bırakın sosyal medyada görüp beğendiğimiz fotoğraflara kaç saniye bakıyoruz, çektiğimiz fotoğrafların yüzde kaçını basıyoruz? Fotoğrafı, zamanı anlamak için mi çekiyoruz yoksa zamanı “an”lamak için mi?
Tüm bu soruları doğuran gerçek şu ki fotoğrafçılığın eskisi kadar nadide bir “meslek” olmadığı.
Hayatım bu çağa denk gelmeseydi fotoğrafın hangi çağına denk düşerdim? Denk geldiğim çağ bana birçok teknolojik fırsat sunmuş olsa da fotoğrafı ilk kez çekebilmenin heyecanı bana bahşedilmemişti.
Kameranın fotoğrafçıdan rol çalmadığı el yapımı bir fotoğraf üretimi, nostalji romantizminden çok fotoğrafın temellerini atan birçok kişinin heyecanına talip olmaktı benim için. Bu talep, “durup ince şeyleri anlamak” için soluklanacağım bir yol aramaya itti beni. Alaminüt fotoğrafçılıkla da bu yolda tanıştım diyebilirim.
Alaminüt kamerayla halka açık birçok yerde fotoğraf çektim. Günümüzde kimsenin fotoğrafa ihtiyacı olmasa da hayret ve hayranlık içinde kalan birçok kişi görüntü elde etmenin büyüsüne ortak oldu benimle. Eski bir teknik beraberinde dönemin kültürünü de taşır diye boşuna denmemiş. Fotoğrafını çektiğim insanlarda şunu gözlemledim ki; çoğu kişi poz verirken günümüzdeki gibi poz vermiyordu. Eski fotoğraflarda görmeye alışık olduğumuz bakışlar, oturuşlar, duruşlar sergiliyorlardı. Üstelik benim herhangi bir müdahalem olmadan, kendileri bile farkında değilken sanki bunu refleks olarak yapıyorlardı. Karşılarında suretlerini emanet bıraktıkları kamera onlara yeni bir adabımuaşeret aşılıyor gibiydi. Önceki çağlardan birinde yaşasaydım böyle mi olacaktı der gibi geriye kalan tüm olası hayatlarına ve kimliklerine selam verircesine saçtıkları ışığı toplayan merceğe derin ve uzun uzun bakakaldılar.
Alaminütle ilgili derya deniz bir kaynak yok. Eskiden bu işi yapan çok az kişi hayatta. Ama çekim yaptığım daha doğrusu insanlara bu deneyimi yaşattığım mekânlar birer mıknatıs gibi sözlü tarihi yanı başıma çekti diyebilirim. Belli bir yaşın üstündekilerin muhakkak bir anısı var alaminütle ilgili.
Kimisi çocukken çıldırırcasına merak ettiği kutunun içini yetmişinde gördü, kimisi dua zannettiği mırıldanmaların pozlama süresi olduğunu anladı. Belli bir yaşın altındakilerse küçük bir aydınlanma yaşadı diyebilirim.
Alaminüt fotoğraf tekniği var olduğu dönem fotoğraf elde etmenin en hızlı yolu olsa da günümüze kıyasla pek de hızlı sayılmaz. Hayatın farklı alanlarında hızlı, modern hayatı eleştiren yavaş hareketinin (Slow Movement) fotoğraf dünyasına da çoktan el atması gerekiyordu. Bana kalırsa tıpkı yavaş yemek, yavaş şehir, yavaş moda gibi yavaş fotoğrafın da bir karşılığı var artık; Alaminüt fotoğrafçılık. Üstelik bu tekniği yalnızca amatörlerin kullanacağını düşünmüyorum ya da profesyonellerin hobi olarak yapacağı bir uğraş olarak görmüyorum.
Bunun en iyi örneği de Associated Press foto muhabirlerinden Pulitzer ödüllü Rodrigo Abd’ın birçok projesinde “Afghan Box Camera” kullanmasıdır.
Van Gölü; Türkiye’nin en büyük gölü. Marmara denizinin üçte biri büyüklüğünde, Doğu Anadolu’nun tam ortasındaki adeta bir iç deniz. Hem de deniz seviyesinden 1650 metre yükseklikte. Bu nedenle tarih boyunca kıyısında birçok medeniyete ev sahipliği yapmış koca bir derya.
Ama şunu biliriz ki, gölün sodalı suları nedeniyle bu koca gölde canlı yaşamı yok denecek kadar azdır. Gerçekten de aslında sazangiller ailesinden olan ve ekonomik değeri oldukça fazla olan endemik İnci Kefali (Alburnus tarichi) dışında bugüne kadar Van Gölü ile anılan bir canlı bilmedik, duymadık. Fakat son yıllarda gölü besleyen tatlı sulardan gelip göle uyum sağlamış Van Gölü Küçük Mercan Balığı (Oxynoemacheilus ercisiyanus) olarak isimlendirilmiş çok küçük bir balık daha keşfedildi. Bu kadar! Koca gölde yaşayan bu balıklar ve planktonlar dışında hiçbir su altı canlısı yok.
İnci Kefali tek başına bu gölün bereketi olmayı yüzyıllardan beri sürdürmüş. Van gölü çevresinde geçmişten günümüze ulaşan Urartu eserlerinde bile İnci kefali önemli motiflerden biri halinde karşımıza çıkıyor. Belli ki bölge insanlarının gereksinimlerinin büyük bir bölümünü oluşturmuş tarih boyu bu balıklar. Günümüzde de durumunda bir değişiklik yok. Van Gölü’nün çevresindeki insanlar gölün onlara verdiği nimetin farkındalar.
Ancak bu balık öylesine ekonomik değere ulaşmış ki, daha fazla avlanabilmesi için her türlü yola başvurulmuş. Hatta Karadenizli balıkçı tekneleri kara yoluyla göle taşınıp av furyasına katılmışlar. Sonunda beklenen olmuş ve özellikle üreme dönemlerinde avlandığı için 1997 yılında İnci kefalinin neslinin tehlike altında olduğu saptanmış. Ancak özellikle dönemin Van Yüzüncü
Yıl Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Sarı ve ekibinin çalışmaları ile İnci Kefali avcılığı denetim altına alınmış ve kaçak avcılık en aza indirilmiştir. Bugün için bu balığın neslini sürdürebilmesi için gölde yeterli stok bulunmaktadır.
Van gölü denince doğal olarak bu balıklar akla gelir. Özellikle üreme dönemi olan ilkbahar aylarında Van gölüne dökülen derelere girip iç kısımlara kadar tüm engelleri aşıp uygun buldukları yerlere yumurtalarını döküp tekrar göle dönüş sırasında yaşanan bu doğa olayı “İnci Kefali Göçü Festivali” olarak toplumda bilinir hale geldi. Bölgenin turizm faaliyetlerinin sınırları genişledi. Biz su altı fotoğrafçılarını da gölün bu zenginliği kendine çekti. Derelere giren balıkların oluşturdukları manzaralar bizlerin yerine konamaz görüntüler almasını sağladı. Su altı fotoğrafçıları için en yeni hedef bölgelerimizden biri haline geldi.
Ancak gölün zenginlikleri bununla sınırlı değil. Gölün derinliklerinde, belki de tarih boyunca saklı kalmış, çevresinde yaşayanların geçmişten günümüze farkında olmadıkları bazı oluşumlar var.
Bunlar yakın zamanda bilim insanlarının dikkatini çeken, su altı fotoğrafçılarının da objektiflerine yansımış, “Mikrobiyalit” olarak bilinen yapılar. Gölün bazı bölgelerinde toplanmış, göl tabanından su yüzeyine kadar yükselen dikitler halindeki oluşumlar. Bu oluşumların görüntülenmesi, onların dış dünyaya tanıtılması hem bilim dünyası için hem de ülke insanımız için çok önemli. Göle ve bölge
turizminin gelişmesine değer katacakları kesin. Çünkü Kapadokya’nın doğal yapısının bir benzerini mikrobiyalitler su altında yaratmışlar. Kapadokya adeta Van gölünün derinliklerine taşınmış.
Van Valiliği ve Van Büyükşehir Belediyesi gölün bu saklı kalmış zenginliklerinin gün yüzüne çıkarılması için bir çalışma başlattı. Bunun için Su Altı Fotoğrafçıları ve Filmcileri Derneği (SUFOD) fotoğrafçılarına verdikleri destek ile dört gün boyunca mikrobiyelitlerin toplandığı alanlarda dalışlar yaptık.
Mikrobiyalitlere gölün Edremit, Akdamar, Tatvan ve Adilcevaz kıyı sularında daha fazla rastlanıyor. Bizler de bu bölgelerde dalışlarımızı yaptık. Gerçekten de dalış sırasında öyle alanlara rastladık ki, adeta Kapadokya’yı su altında izler gibi olduk. Peri bacaları görünümlü dikitler yanında, su altından köpük gibi çıkmış ve o halde sertleşmiş, onlarca değişik motife sahip su altı dikitleri, gölün tabanından adeta fışkırıyorlardı. Bir fotoğrafçı için zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağı bir ortam. En büyük mikrobiyalitler 18 metreden başlayıp su seviyesinin biraz altına kadar yükseliyordu. Bazılarının üst tarafından tatlı su çıkışları vardı. Bazı mikrobiyalit alanları ise şnorkel ile dalınacak alanlarda yüzeyin bir iki metre aşağısında yayılım göstermişlerdi. Sert bir yapıda olmakla birlikte aynı zamanda kırılgan bir yapıları da vardı. Peki neydi bu mikrobiyalitler? Nasıl oluşmuşta göl tabanında ortaya çıkmışlardı?
Göl denince, tatlı suyun biriktiği küçük veya büyük sulak alanlar akla gelir. Ama bazı göller için bu geçerli değildir. Hele Van Gölü için hiç geçerli değildir. Bırakın tatlı suyu Van Gölü, Karadeniz’den bile daha fazla tuzludur. Bunun yanında dünyanın en büyük soda gölüdür. Yani gölün suları hem tuzlu hem de sodalıdır.
Aslında göl, 800 bin yıl önce ilk oluştuğunda bir tatlı su gölüydü. Bir zamanlar Anadolu’nun o bölgesinde bulunan uçsuz bucaksız bir gölden Nemrut volkanının patlaması ile ayrılmış kapalı bir havza haline gelmişti. Gölün diğer tarafı zamanla kuruyup yok olmuş (bugünkü Muş Ovası) ama Van gölü dağlar arasında varlığını sürdürmüştü. Zamanla bu volkanik bir yapıda olan gölü çevreleyen araziden gölün suyuna bol miktarda mineral çözünerek karıştı. Bir yandan da geniş bir alana yayılan gölün suları buharlaşmayla azaldı. Azalan su dereler ve pınarlar ile yeniden dengelendi ve tekrar eden bu döngü sonucunda taşınan mineraller ile göl suyu binde 19-21 oranında bir tuzlulukla dengeye oturdu.
Göl sularının sodalı hale gelmesi de buna benzer bir dönüşüm ile oldu. Gölün çevresindeki kayaçlar çevredeki volkanların püskürtmeleri ile oluşmuş. Volkanlar çevrelerine bol miktarda karbonatlı bileşikleri püskürtürler. Bunun yanında göl sularının biriktiği alandaki toprak ve kayalar bol miktarda sodyum bulundururlar.
Akarsular ve yağışlar ile bu karbonat ve sodyum göl içinde buluşup çözünerek sodyum karbonatı, yani sodayı oluştururlar. Bu nedenle bu koca gölde, sadece adapte olup evrimleşen iki tür balığa, az miktardaki plankton türüne
rastlanmasının nedeni budur. Bunu başka canlı türleri başaramadı.
Göldeki mikrobiyalitlerin ortaya çıkmasında, gölün bu yapısının etkisi olmuş mudur? Kesinlikle olmuştur. Mikrobiyalitler, bu jeolojik, biyolojik ve kimyasal olayların sonucunda oluştu. Gölün genellikle kıyıya yakın tabandaki çatlaklarından çıkan bol kalsiyum barındıran yeraltı sularının gölün sodalı suları ile karşılaşınca tabanda beyaz bir çemberimsi yapı oluştururlar. Daha sonra göl suyunda bulunan bitkisel planktonlar kalsiyum karbonatı alırlar ve fotosentezin de yardımıyla harç yapar gibi bu oluşumun üzerine çökerler. Aynı işlem devam ettikçe kalsiyum karbonatı yakalayan fitoplanktonlar bir öncekilerin üzerine yapışırlar. Bu süreç yavaş yavaş bir beden oluşturur ve minik mikrobiyalitler ortaya çıkmaya başlar. Bu beden aynı deniz mercanlarında olduğu gibi git gide büyümeye başlarlar. Bu büyüme mercanlarda olduğu gibi çok yavaş olmaz. Bazen 1 metre boyundaki mikrobiyalitin oluşumu onlarca yıl sürerken, bazen bir mikrobiyalit bir iki yılda bu boya ulaşır. Bu o bölgedeki suların sızıntısının debisine plankton azlığına veya çokluğuna göre değişir. Ancak, zamanla deniz dibinden yüzeye doğru yükselen mikrobiyalitler hiçbir zaman su yüzeyinden dışarı çıkmazlar. Buna da neden, kalsiyum karbonatı biriktiren bitkisel planktonların (fitoplankton) fazla ışık alan kısımlarda sentezlemeyi tam yapamamalarıdır. Bu nedenle bu yapıların su yüzeyine yakın büyümeleri durur.
Mikrobiyalitlerin belirli bir formu yoktur. Hepsinin genel büyüme şekli su yüzeyine doğru olur. Ama bazen tek bir sütun gibi, bazen birkaç başlı bir dal gibi, bazen kendi çevresinde dallar, kemerler oluşturarak büyürler. O nedenle bir mikrobiyalit bölgesinde, doğanın doğaçlama ortaya koyduğu taklit edilemez bir galerisi geziliyor gibidir. Evet, oluşumları çok farklı olsa bile Kapadokya’nın su altındaki bir akrabası gibidir Van gölünün mikrobiyolit vadileri. Ama çok önemli bir ayrıcalıkları vardır. Kapadokya peri bacaları yüzyıllar önce oluşmuşlar ve oldukları gibi günümüze kadar gelmişler. Ancak, Van gölünün sodalı sularına yer kürenin derinliklerinden tatlı sular sızdıkça, planktonlar var olup üzerlerine düşen görevi yaptıkları sürece, gelecekte Van gölü tabanın mucizevi görüntüsü hep değişim gösterecektir.
Suyun altına bakmayı seven, su altında fotoğraf çeken hatta doğa sever olan her kişinin, Van gölünün bu saklı kalan güzelliklerini görmesi gerekmektedir.
İnsanoğlu geçmişten bu güne kendisini en güzel sanat aracılığıyla ifade edebilmiştir. Sanat zihni özgürleştirmeye açan en önemli yollardan birisi olmuş, insanların düşüncelerinde daha önce hiç fark edemedikleri derinlikleri görebilmelerini sağlamıştır.
Kendini ifade etme yollarının en eskilerinden birisi de otoportredir.
Otoportre sade bir anlatımla sanatçının kendisi tarafından yapılan portresidir. Kişinin otoportresi kendi gerçeğinin arayışı olabileceği gibi; kendini nasıl gördüğünü, ne hissettiğini ve diğer insanlar tarafından nasıl görülmek istediğini de temsil eder.
Otoportre kişinin bedeninin eleştirel ifadesiyle ilgilidir ama aynı zamanda ego ve narsisizmle de ilgisi olduğu düşünülür. Platon gibi bazı filozofların yazılarında, kendini temsil etmek tanrının gazabını kendi üzerine çekme riskini taşıyan bir gurur eylemi olarak görülse de geçmişi çok eski zamanlara kadar uzanır.
Otoportre Orta çağ’ın sonlarında önce imza olarak kullanılan bir motif olarak, sonrasında resim olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın kendisini bir birey olarak düşünmeye başladığı Rönesans’tan itibaren daha da gelişerek bazı ressamların yaptıkları eserlerde kendilerini gizlice resmetmeleriyle devam etmiştir.
Örneğin ressam Van Eyck’ın bir odada dekor olarak bulunan aynanın içerisine kendisini resmedip kaybolduğu bir eseri vardır. Van Eyck bu şekilde imzasını atmış ve bilinirliğini artırmıştır. Botticelli ve Michelangelo da aynı şekilde
yaptıkları eserlerde kendilerini resimdeki kalabalık insanların arasında tasvir etmiştir.
Aynanın uygun fiyatlı olmaya başlayarak yayılmasıyla beraber otoportrenin popülaritesi iyice artmaya başlamış ve sanatçılar tuvalin arkasından çıkarak ana konu olarak resimlerin içerisinde daha da çok yer almıştır.
Çalışırken herhangi bir insanın modellik yapmasına ihtiyaç duyulmamasının oldukça pratik gelmesinin yanı sıra sosyal statülerini aktarmak, sanatsal fikirlerini ifade etmek, kendisiyle alay etmek ve kişiliklerini ortaya çıkarmak gibi birçok nedenden otoportreler yapılmıştır.
Dikkatle düşünülerek yapılan bu otoportreler sanatçıların nasıl algılanmak ve hatırlanmak istediklerini şekillendirmelerine olanak sağlamıştır. Bazı sanatçıların otoportreleri onların yüzlerini de eserleri kadar meşhur yapmıştır. Çoğunlukla kendi otoportresini yapan Frida Kahlo’nun yüzünü ve alnında birleşen kalın kaşlarını herkes bilir. Van Gogh’un yüzü de kızıl sakalları ve ciddi bakışıyla aklımızda kalmıştır.
Fotoğrafik otoportre fotoğrafın keşfinin ilk dönemlerinde denemeler yapan fotoğrafçının kendini model olarak kullanmasının kolaylığından dolayı oldukça yaygındı. Bu nedenden dolayı en eski fotoğraf türlerinden birisidir. Otoportre fotoğraf makinalarının gelişmesiyle beraber fotoğrafçılar için kendini ifade ve kimliğini keşfetme aracına dönüştü. 1839 yılında fotografik bir süreç olan daguerreotype’in ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, fotoğrafa çok meraklı bir kimyager Robert Cornelius fotoğraf makinasının önünde durdu, objektif kapağını çıkartıp bir süre hareketsiz kalarak dünyanın ilk fotoğrafik otoportresi sayılan fotoğrafı çekti.
Tıpkı otoportrenin sanat tarihi boyunca ressamların ayırt edici özelliği olması gibi, fotoğrafçılar da bu geleneği sürdürdüler. Andy