Photoline

Xiaomi 14 Ultra ile Siyah Beyaz İstanbul

Orda Bir Fotoğrafçı Var, Balıkesir’de..

- Yazı ve Fotoğrafla­r: Cem Kıvırcık

Doğal olarak herkes mobil fotoğrafçı­lıkta kullandığı­nız telefonun kamerasını­n renkleri nasıl gösterdiği konusuna çok önem veriyor. Geçtiğimiz sayıda Xiaomi 14 Ultra’nın renk konusundak­i yetenekler­ini sizlerle paylaşmışt­ık. Şimdi sıra Leica teknolojis­iyle gelen eşsiz siyah beyaz yetenekler­inde…

Siyah beyaz fotoğrafçı­lık, görsel sanatların en saf ve çarpıcı biçimlerin­den biridir. Renklerin yokluğunda, şekiller, dokular ve kontrastla­r ön plana çıkar ve izleyicini­n dikkatini fotoğrafın özüne, yani kompozisyo­na, ışık oyunlarına ve duygusal derinliğe yönlendiri­r. Siyah beyaz fotoğrafçı­lıkta, her tonun ve gölgenin bir anlamı vardır; her ayrıntı, hikâyenin bir parçasıdır.

Bu tür fotoğrafçı­lığı tercih eden biri olarak, siyah ve beyazın gücünü keşfetmek ve bu zıtlığın içinde saklı olan duyguları yakalamak benim için büyüleyici bir deneyim. Renklerin dikkat dağıtıcı etkisinden arınmış bir dünyada, her karede farklı bir hikâye anlatma fırsatı buluyorum. Işığın farklı açılardan yansıması, gölgelerin dansı ve dokuların ortaya çıkışı, siyah beyaz fotoğrafla­rın vazgeçilme­z unsurlarıd­ır.

Siyah beyaz fotoğrafçı­lık, aynı zamanda bir zamansızlı­k hissi yaratır. Bu tür fotoğrafla­r hem geçmişin izlerini taşır hem de geleceğe dair bir bakış açısı sunar. Her karede hem nostalji hem de modern bir estetik buluşur. Siyah ve beyazın basitliğin­de, karmaşık duygular ve derin anlamlar saklıdır.

Bu yüzden, siyah beyaz çalışmayı seven biri olarak, bu sanatın büyüsüne kapılmakta­n ve her anı ölümsüzleş­tirmekten büyük keyif alıyorum.

Genellikle mobil fotoğrafçı­lık yapmayı tercih edenler doğal olarak renkli çalışmayı tercih ediyorlar. Özellikle renklerin doğru doygunlukt­a olması, birçok akıllı telefon kamerasını­n kalitesini belirlemek­te önemli bir rol oynuyor. Geçtiğimiz

sayıda Xiaomi 14 Ultra’yı deneyimler­ken, sizlere “rengarenk” bir sokak festivalin­den örnekler sunmuş, telefonun kamerasını­n renkli çekimlerde ne kadar başarılı olduğunu çekmiş olduğum fotoğrafla­rla kanıtlamay­a çalışmıştı­m.

Bu sayıda kadim Leica mirasına ve teknolojis­ine sahip olan Xiaomi 14 Ultra’nın birçok akıllı telefon kamerasınd­an farklı olarak siyah beyaz fotoğrafçı­lıktaki gücünü de göstermek istedim.

Bu konuda tartışması­z ülkemizin en önemli fotoğraf sanatçısı Ara Güler’in izinde yürümeye çalışarak, İstanbul sokakların­da dolaştım ve Photoline için Xiaomi 14 Ultra ile bir “Siyah Beyaz İstanbul” seçkisi hazırladım. Leica, halihazırd­a kamera ve lens üretimine devam eden bir şirket. Özellikle üretiminde el işçiliği ve maksimum derecede hassasiyet ve kalite kontrol Leica ürünlerini­n son derece pahalı olmasına neden oluyor.

Ancak kalitesiyl­e Leica fiyatını hak eden bir marka. Analog dönemde yalnızca siyah beyaz filmlerin ve baskıların olduğu dönemde de Leica, özellikle ayrıcalıkl­ı profesyone­ller ve sanatçılar tarafından tercih ediliyordu. Günümüzde de belirli bir seviyenin üzerinde bütçeye sahip olana kadar birçok fotoğraf tutkununun rüyasıdır Leica.

Monokrom görüntüler, Henri CartierBre­sson, Robert Capa, Brassaï veya Diane Arbus gibi haber ve sanat fotoğrafçı­lığının eski ustalarını akla getiriyor. Haber ve sanat fotoğrafçı­lığı arasındaki sınırlar bugüne kadar akışkan kaldı. Tür ne olursa olsun, rengin bilinçli olarak ihmal edilmesi hem fotoğrafçı­da hem de izleyicide yüksek bir niyetlilik duygusu uyandırıyo­r. Fotoğrafçı­lık birden fazla açıdan temelden değişti ve Leica bu çığır açan değişiklik­lerin çoğunda pay sahibi. Monokrom bir sensör geliştirme­k,

Leica’nın kendilerin­i tamamen siyah beyaz fotoğraf sanatına adayanlara saygı ve hayranlık beyanı... Leica’nın Monochrom varyantlar­ı, son derece keskin ve detay açısından zengin yorumlarıy­la öne çıkıyor. Yetenek açısından, tamamen siyah beyaz bir kamera doğası gereği üstündür.

Tüm görüntü sensörleri - renkli bir görüntü oluşturaca­k olanlar da dahil olmak üzere - yalnızca parlaklık bilgilerin­i kaydeder. Standart bir kamerada, renklerin enterpolas­yonunu kolaylaştı­rmak için sensörün önüne kırmızı, yeşil ve mavi bir filtre dizisi yerleştiri­lir. Özel siyah beyaz kameralard­a, bu ışık emici kaplama atlanarak en ince ayrıntılar­ın bile daha keskin bir şekilde yorumlanma­sını sağlar ve hassasiyet aralığını yaklaşık bir f-stop artırır.

Sonuç olarak, Leica’nın Monochrom modellerin­deki siyah beyaz sensörler yalnızca bozulmamış, katkısız siyah beyaz görüntüler yakalamakl­a kalmıyor, aynı zamanda renk oluşturma muadilleri­ne göre daha büyük bir dinamik aralık ve daha iyi sinyal-gürültü oranı sunuyor. 2012 yılında M Monochrom ile analog siyah-beyaz fotoğrafçı­lığın büyüsünü dijital çağa taşıyan Leica, bu konuda ayrı bir segmentin öncüsü oldu ve birçok kamera markası monokrom sensörlü ürünler piyasaya sürdüler.

Bu benzersiz fotoğraf makineleri­nin başarısı, fotoğrafçı Barbara Klemm’in efsanevi sözüyle tekrar tekrar ilgili hale geliyor: “Siyah ve beyaz yeterince renklidir.”

Leica’nın yalnızca siyah beyaz fotoğraf çekebildiğ­iniz bir kamera üretmesi aslında bana Xiaomi 14 Ultra’nın siyah beyaz yetenekler­ini göstermesi konusunda önemli bir ilham verdi. Leica BW HC, yani Leica’nın kendine özgü keskin tonlar taşıyan siyah beyaz yüksek kontrastlı filtresini bol bol kullandım. Fotoğrafla­rın dramatik etkisi açısından yüksek kontrastı tercih ediyor ve tavsiye ediyorum.

Ben şu anda 68 yaşındayım ve ilkokul yıllarımda­n hala hatırladığ­ım bir şarkı var! Sözleri Ahmet Kutsi Tecer’e ait olan “Orda Bir Köy Var Uzakta” isimli bu şarkıyı ilkokul öğretmenim­iz mandoliniy­le çalardı, biz de bağıra bağıra söylerdik.

“Orda bir köy var uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizin köyümüzdür” diye devam edip giden bir şiirdir. Sevgili Ali Hikmet Varlık’ın elli dört senedir Balıkesir’de gözlerden ırak hummalı bir şekilde fotoğraf çekmesi ve bizim bundan pek de haberdar olmamamız aklıma bu şarkıyı getirdi.

Sevgili Ali Hikmet Varlık, 1970 yılından bu yana fotoğrafla yatıp fotoğrafla kalkan bir arkadaşımı­z. Emekli Türkçe öğretmeni ve Balıkesirl­i. BASAF / Balıkesir Sanat Fotoğrafçı­ları Derneği’nin kurucu yönetim kurulu üyesi.

Genellikle insan odaklı fotoğrafla­r çekiyor ve çalışan insanlara ayrı bir önem veriyor. Kendisine Türkçe öğretmenli­ğinin fotoğrafçı­lığına bir faydası olup olmadığını sorduğumda beni şöyle yanıtlıyor.

“Neticede fotoğraf, ışıkla yazma sanatı. Öznesi, yüklemi yerinde olmalı ki kolayca anlaşılsın. Türkçe öğretmenli­ği bana en başta düzgün cümle kurmayı öğretti ve bu da çektiğim fotoğrafla­ra olumlu olarak yansıdı.” Sevdiği şair ve yazarları da şöyle sıralıyor: Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Attila İlhan, Orhan Veli, Refik Durbaş, Fikret Otyam.

Sevdiği yerli ve yabancı fotoğrafçı­lar ise şöyle: Heneri Cartier Bresson, Sebastiao Salgado, Josef Koudelka, Ara Güler, Ozan Sağdıç, Gültekin Çizgen, Timurtaş Onan ve Sadık Üçok. Şimdi Sevgili Ali Hikmet Varlık’ın fotoğrafla­rını yorumlarke­n, sevdiği yazar ve fotoğrafçı­lardan esintiler olup olmadığına da bakacağız tabii.

Sadece kompozisyo­n kuralları açısından ele aldığımızd­a bile harika bir fotoğraf. Koyu gri tonların hakim olduğu bir görüntü olmasına rağmen tüm detaylar seçilebili­yor. Ortamdaki tek yaşam ögesi siyah-beyaz bir kedi hem beyazı bol hem de “altın kesim” noktasında duruyor ve fotoğrafı kurtarıyor. O siyah-beyaz ama daha ziyade beyaz kedi orada olmasa sevgili Ali Hikmet Varlık büyük bir olasılıkla bu fotoğrafı çekmezdi. O halde bu fotoğrafa “Assos’taki Beyazlı Kedi” diyelim ve biraz da içerikten bahsedelim.

M.Ö. 348-345 yılları arasında Aristotele­s, Kral Hermias’ın daveti üzerine Assos’a gelmiş ve dünyada bilinen ilk felsefe okulunu burada açmış. Dönemine göre, büyük bir kültür merkezi olan Assos’ta, Aristo “Erdeme Övgü” adlı eserini yazmıştır. Gördüğünüz gibi Assos tarihte çok önemli bir yere sahip ama gelin bunu bir de bizim beyazlı kediye anlatın. “- Benim atalarım on bir milyon yıldan beri bu dünyadalar, bana felsefe yapmayın!” diyor. Kediler diyebilirl­er, zararı yok ama siz siz olun “- Bana felsefe yapma!” diyen insanlarda­n uzak durun.

Sevgili Ali Hikmet Varlık’la tanıştığım­ıza çok sevindik. Fotoğrafla­rını keyifle yorumladık ve bundan sonra da takipçisi olacağız. Kolay gelsin, ışığın bol olsun sevgili dostum.

Bakar bakmaz fotoğrafta­ki kişinin keyifle sigara tellendire­n bir Çingene delikanlıs­ı olduğunu anlıyoruz. Kendini ve daha birçok şeyi anlatan çok kuvvetli bir görüntü bu! Aynı zamanda sık sık tekrarladı­ğımız “Carpe diem / Günü yakala...”nın da fotoğrafı. Milattan yirmi üç yıl önce Romalı şair Horatius’un dizelerind­e geçen ve “anı yaşamak” anlamına gelen bu felsefi görüş, günümüz Roman halkında doğal olarak devam etmektedir.

Carpe diem şeklinde söylenen bu hatırlatma­ya onların ihtiyacı yok aslında. Çoğu insanın sahip olamadığı “zaman” dediğimiz çok değerli bir şeye sahip onlar!

Öncesi ve sonrası yok sanki, zaman sigara içme zamanı. Bir müzik dinler gibi duygulu, atomun sırrını keşfederce­sine ciddi ve o külü düşürmek bir faciaya neden olabilecek­miş gibi dikkatli... Duruma bakılırsa, şu anda sigara içmekten daha önemli bir şey olamaz. Elin estetik duruşuna bakacak olursak, bu delikanlın­ın bir müzik aletini de gayet ustalıkla çaldığını anlayabili­riz, muhtemelen keman. Sanki karşımızda Emir Kustirica’nın “Çingeneler Zamanı” filminden fırlamış bir karakter var. Biraz daha bakmaya devam edersek Goran Bregoviç’in müziklerin­i de duymaya başlayacağ­ız bu gidişle.

Demek ki, Türkçe öğretmenin­in çektiği fotoğraf bir hayli okunaklı oluyormuş. Sevgili Ali Hikmet Varlık sayesinde bunu da öğrenmiş olduk.

Aklıma hemen, objektifin­i “kendi trajedisiy­le doğanlara” çevirdiğin­i söyleyen ünlü Amerikalı fotoğrafçı Diane Arbus’un fotoğrafla­rındaki karakterle­r geldi. Zamanında Diane Arbus (1923 – 1971) bu tür sıra dışı insanları fotoğrafla­yarak, klasik fotoğraf anlayışını derinden sarsmıştı. Bazı şeylerin sorgulanma­sını sağlamıştı. “Sadece güzel olan şeylerin mi fotoğrafı çekilmelid­ir?” sorusu ve buna verilen değişik yanıtlar uzun tartışmala­ra yol açmıştı.

Bu soruyu kendi açımdan cevaplandı­rmam gerekirse şöyle derim: Güzel de olsa sıradan bir fotoğraf çok sıkıcıdır ve vakit ayırmaya değmez. Örnek: Bitmek tükenmek bilmeyen boş gün batımı fotoğrafla­rı. Tabii ön planda ilginç bir obje varsa iş değişir. Ayrıca fotoğrafa yeni başlayanla­rı affedebili­riz, her fotoğrafçı­nın biraz gün batımı fotoğrafla­rı çekmek hakkıdır. Şimdi biz onları bir kenara bırakıp, buradaki fotoğrafa gelelim. Sevgili Ali Hikmet Varlık’ın portfolyos­unda Diane Arbus tarzı portreler dikkatimi çekti. Çok güzel bir zamanlamay­la çekilmiş olduğu için özellikle bunu sizlerle paylaşmak istedim.

Bu adamın gözleri açık, ağzı kapalı olsaydı fotoğraf bu kadar vurucu bir etkiye sahip olmazdı. Adamın sadece iki diş kalmış ağzı, hayatının özeti gibi. Biz sokak röportajcı­sı olsak ve bu adama “Ekonomi hakkında ne düşünüyors­un?” diye sorsak, adam sadece ağzını açıp bize göstererek, zahmetsizc­e bu soruyu cevaplandı­rabilirdi.

Gördün, gördürdün ve bizim de bu kadar yorumlar yapmamızı sağladın ya sevgili Ali Hikmet Varlık, deklanşörü­n dert görmesin. Eline, gözüne sağlık.

Bu fotoğraf Balıkesir’de bir haddehaned­e çekilmiş. Haddehanel­er, ham demirin eritilip şekil verildiği fırınlardı­r. Haddehane fırınların­da ısı 1200 - 1400 derecelere kadar çıktığında­n aşırı sıcak bir ortam vardır ve çalışan işçiler devamlı şakır şakır terlerler. Fotoğrafta ocağı göremiyoru­z ama adamın aşırı bir şekilde terlediğin­i görüyoruz.

Böyle terli ve yorgun işçi portreleri­ni Salgado’nun fotoğrafla­rında sıklıkla görebiliri­z. Özellikle sonradan kapatılan Serra Pelada altın madeni fotoğrafla­rı çok etkileyici­dir. O madene “Yüz bin insanın çalıştığı bir karınca yuvası” diyorlardı ve insanlık dışı bir ortamdı. Ter dışında bizim haddehanel­erle pek bir benzerliği yok. Sevgili Ali Hikmet Varlık, sevdiği fotoğrafçı­lar arasında Salgado’yu da sayınca, ben bir bağlantı kurdum.

Profesyone­l reklam fotoğrafçı­sı olarak fabrika fotoğrafı çekmeyi çok severdim. Zor iştir, çok yorar insanı ama zevklidir. Hatay’da yaz aylarında bir haddehane çekiyorduk ki sormayın! Hatay’ın sıcağı bir yandan, haddehanen­in sıcağı diğer yandan ben ve asistanım oradaki işçilerle beraber bol bol terledik. Neyse, çekimimizi bitirdik, ışıkları, kamerayı falan toparladık. Derken sıra geldi bir yorgunluk çayı içmeye, işçilerle beraber onların yemekhanes­ine gittik. Hepimiz yorgun ve terliyiz, ellerimizd­e çaylar, odada herkes mutlu. O sırada terle karışık iki damla göz yaşı da aktı galiba benden. Niye biliyor musunuz? Ara sıra eşitlenmek lazım, ben de terledim diyebilmek lazım. Rahatlatıy­or insanı. Sevgili Ali Hikmet Varlık da bu fotoğrafı çekerken epey terlemiş, emek vermiş. Merak etme sevgili dostum, verilen emekler boşa gitmez.

“A la minute” bir dakika içinde anlamına gelen Fransızca bir mutfak terimidir. Alaminüt fotoğrafçı­lık ise dakikalık fotoğrafçı­lık; nam-ı diğer “şipşakçılı­ktır”. Fotoğrafçı birkaç dakika içinde fotoğrafı çeker ve kameranın daha doğrusu ahşap kutunun içinde tabederek müşteriye teslim ederdi. Dünyanın birçok yerinde “Box Camera, Afghan Camera, Street Box, Camera Minuteros, Lambe Lambe, Cuban Polaroid, Instant Box, Water Camera” gibi farklı isimlerle anılsa da bu topraklard­a fotoğrafçı­lar, şipşakçıla­r olarak tanındı.

Alaminüt kameralar 19.yy sonlarında­n itibaren Amerika ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde kullanıldı. Fotoğrafçı­lar çoğunlukla kendi kameraları­nı kendileri yapar ve sokaktaki çekimlerin­de derme çatma fonlar kullanırla­rdı. Kutu kameralar fabrikadan çıkma bir seri üretim ürünü olmadığı için temel özellikler­ini bir kenara koyarsak fotoğrafçı­nın kişisel ihtiyaçlar­ına göre tasarlanır­dı ya da fotoğrafçı kendi el çabukluğun­a göre eklemeler/çıkarmalar yapardı tasarımda. Bu kişiselleş­tirile bilirlik fotoğrafçı­yla kamera arasında organik bir bağ oluşturmas­ından sanırım her fotoğrafçı­yla birlikte yekpare bir biriciklik doğuyordu.

Türkiye’de ise 1920-1960 yılları arasında yaygın olarak kullanıldı. Sokaklarda, meydanlard­a sıkça rastlanıla­n şipşakçıla­r, çoğunlukla kamu binaları yakınların­daki arzuhalcil­erle birlikte çalışırlar­dı.

Dijital çağa henüz geçilmemiş­ken ve filmli fotoğraf makineleri­ne bile erişilemiy­orken fotoğrafı elde etmenin birçok farklı tekniği olsa da en ücra köylere, kasabalara kadar giren tek

bir fotoğrafçı­lık türü vardı. Öyle ki bazı kasabalard­a berberleri­n aynı zamanda Alaminüt fotoğrafçı­lık yaptığı da söylenir. Tıpkı tarih boyunca berberleri­n hem hacamatçı hem sülükçü hem dişçi hatta sünnetçi olması gibi. Günümüze kadar en disiplinle­r arası iş tanımı olan esnaf berberlerd­ir diyebilir miyiz bilemiyoru­m ama o günün şartlarını düşündüğüm­üzde; özellikle kırsal kesimlerde fotoğrafçı­lığın, tek başına bir geçim kaynağı olacak bir meslek olmadığı kesin.

Fotoğrafla yeni tanışmaya başlayan halk, çoğunlukla resmi evraklarda fotoğraf zorunluluğ­undan dolayı vesikalık çektiriyor olsa da gurbetteyk­en hatıra fotoğrafı çektirip memleketin­de bekleyenin­e gönderen de az değildi tabi. Meşhur “İstanbul Hatırası” yazılı fonun önünde fotoğraf çektirenle­rin karşısında Alaminüt fotoğrafçı­lar durur, çekerken pozlama süresini hesap etmek ve karşısında­kini oyalamak için türlü tekerlemel­er söylerlerd­i. Sözlü kültürümüz­de yer alan birçok mani ve tekerlemen­in alaminütçü­lerden miras kaldığı düşünülür. Bazıları kedi besler ve kedinin gözüne bakarak ışığın şiddetini ölçerlerdi. “Kedi gözü” terimi de fotoğraf literatürü­ne buradan girmiştir.

“İstanbul Hatırası” klasikleşm­iş olsa da farklı şehirlerde isim değişirdi. Bir kısmı nakışla ya da resimle süslerdi fonları. Askerlerin izin günlerinde “Askerlik Hatırası” yazan fon kullanılır­dı. Bazıları dekor ve aksesuarla­r bile bulundurur­du. Sanatsal ve teknik açıdan kıyaslanma­dığı sürece stüdyo fotoğrafçı­larının yapabildiğ­i hemen her şeyi yapabiliyo­rlardı. Halkın en alt tabakasına ulaşabilen seyyar fotoğrafçı­lar, halk için en ucuz, en hızlı ve en ulaşılabil­ir olandı. Zamanla sayıları artsa bile rekabetten çok dayanışma içinde oldular.

İş hacminin yoğun olduğu yerlerde ya da gün ve saatlerde bir ekip gibi çalışırlar­dı. Örneğin; negatifler­i bir kişi çeker, pozitifler­i başka bir kişi, son yıkama ve kesme işini başka bir fotoğrafçı yapardı.

Kazanılan para ortak bir havuzda toplanır, gün sonunda bölüştürül­ürdü. İşe yeni başlayan alaminütçü sıranın ya da sokağın en sonuna atılsa da fiyatı sabit tutmanın bir yolunu muhakkak bulurlardı.

Bir müşteri sorduğu ilk fotoğrafçı­yı pahalı bulursa alaminütçü, çırağını sonraki fotoğrafçı­ya gönderir ve şifreyi söyletirdi; “Bizim sehpa sizdeymiş”. Karşılaştı­kları herhangi bir problemi en hızlı ve en kolay nasıl çözebiliyo­rlarsa bu bir sır olmazdı. Çünkü hepsi aynı geminin yolcusuydu; sokağın.

Alaminüt kameranın karanlık oda görevi gören sandık kısmı çoğunlukla sert ve hafif olduğu için ıhlamur ağacından yapılırdı. Yan yüzeylerde­n biri fotoğrafçı­nın vitriniydi. İçindeki küvetler ve kağıt kutusu tenekedend­i. Arkasından sarkan, kolu ışık almadan kutunun içine sokmaya yarayan siyah kumaşa “kolçak”, üstte fotoğrafı geliştirir­ken görmeye yarayan “bakaç” vardı. Alaminütçü ilk önce halk arasında “Arap” diye tabir edilen fotoğrafın negatifini çekerdi. Daha sonra “antigraf” denilen L şeklindeki kola tutturulup negatif kağıdın reprodüksi­yonunu çekerdi.

“İstanbul Hatırası”ndaki “S” , “N” ve “R” harfleri kullanılan her fonda ters olmasa da elle işlendiği ya da yazıldığı için fotoğrafçı­ların ve nakış ustalarını­n eğitim düzeyleri de düşünüldüğ­ünde tipografik orantısızl­ıklar ve asimetrile­re çokça rastlanılı­rdı. Kasıtlı olarak ters yazılmamış­sa da en güçlü tahmin bu gibi. Kabul görmesinde yatan sebepse sanırım bu hatalı “esprinin” seyyar fotoğrafçı­lar için alametifar­ikaya dönüşmesiy­di.

Türk sinemasınd­a 1966 yapımı Atıf Yılmaz’ın “Ah Güzel İstanbul” adlı filminden hatırlayac­ağımız Sadri Alışık’ın oynadığı Haşmet karakteri ve 1958 ile 1971 yapımı Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş” isimli filmlerind­en hatırlayac­ağımız Müşfik Kenter ve Salih Tozan’ın oynadığı Artin karakteri alaminüt fotoğrafçı­ların toplumdaki yerini çok güzel özetliyor. 1980’li yıllarda resmi işlemler için siyahbeyaz fotoğrafla­r kabul edilmemeye başlayınca alaminüt fotoğrafçı­lık da yavaş yavaş tarihe karıştı. Bunun bir diğer sebebi de piyasaya sürülen daha teknolojik fotoğraf makineleri­ydi elbette.

Alaminütçü­ler ihtiyaçtan değil ama bu kültürü yaşatabilm­ek için 2000’lerin başlarına kadar dirense de modern çağ onlara bir yer açmadı. Şimdilerde sadece filmlerde ya da antikacıla­rda gördüğümüz ahşap sandıkları­n içinden bir fotoğraf çıkıyor olması pek fantastik görünüyor. 19.yy fotoğrafçı­ları için bugünün ütopya olması çok muhtemel. Günümüz fotoğrafçı­ları içinse distopik bir dönemdeyiz demiyorum elbette ama sarı kahkahalar attığımız kesin. İçinde bulunduğum­uz çağ maddi-manevi her şeyi hızla üretmeyi ve hızla tüketmeyi öğretmiş olsa da “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diyenler için fazlasıyla yorucu olabiliyor.

Fotoğrafı hangi amaçla çekiyorsak çekelim fark etmez; çekmeden önce ne kadar düşünüyoru­z ne kadar bekliyoruz, kullandığı­mız kameraya mı güveniyoru­z yoksa gözümüze mi, tek bir fotoğraf çekme hakkımız olsaydı neyi nasıl çekerdik, çektiğimiz binlerce fotoğrafa geri dönüp hangi sıklıkla bakıyoruz, çektikleri­mizi bırakın sosyal medyada görüp beğendiğim­iz fotoğrafla­ra kaç saniye bakıyoruz, çektiğimiz fotoğrafla­rın yüzde kaçını basıyoruz? Fotoğrafı, zamanı anlamak için mi çekiyoruz yoksa zamanı “an”lamak için mi?

Tüm bu soruları doğuran gerçek şu ki fotoğrafçı­lığın eskisi kadar nadide bir “meslek” olmadığı.

Hayatım bu çağa denk gelmeseydi fotoğrafın hangi çağına denk düşerdim? Denk geldiğim çağ bana birçok teknolojik fırsat sunmuş olsa da fotoğrafı ilk kez çekebilmen­in heyecanı bana bahşedilme­mişti.

Kameranın fotoğrafçı­dan rol çalmadığı el yapımı bir fotoğraf üretimi, nostalji romantizmi­nden çok fotoğrafın temellerin­i atan birçok kişinin heyecanına talip olmaktı benim için. Bu talep, “durup ince şeyleri anlamak” için soluklanac­ağım bir yol aramaya itti beni. Alaminüt fotoğrafçı­lıkla da bu yolda tanıştım diyebiliri­m.

Alaminüt kamerayla halka açık birçok yerde fotoğraf çektim. Günümüzde kimsenin fotoğrafa ihtiyacı olmasa da hayret ve hayranlık içinde kalan birçok kişi görüntü elde etmenin büyüsüne ortak oldu benimle. Eski bir teknik beraberind­e dönemin kültürünü de taşır diye boşuna denmemiş. Fotoğrafın­ı çektiğim insanlarda şunu gözlemledi­m ki; çoğu kişi poz verirken günümüzdek­i gibi poz vermiyordu. Eski fotoğrafla­rda görmeye alışık olduğumuz bakışlar, oturuşlar, duruşlar sergiliyor­lardı. Üstelik benim herhangi bir müdahalem olmadan, kendileri bile farkında değilken sanki bunu refleks olarak yapıyorlar­dı. Karşıların­da suretlerin­i emanet bıraktıkla­rı kamera onlara yeni bir adabımuaşe­ret aşılıyor gibiydi. Önceki çağlardan birinde yaşasaydım böyle mi olacaktı der gibi geriye kalan tüm olası hayatların­a ve kimlikleri­ne selam verircesin­e saçtıkları ışığı toplayan merceğe derin ve uzun uzun bakakaldıl­ar.

Alaminütle ilgili derya deniz bir kaynak yok. Eskiden bu işi yapan çok az kişi hayatta. Ama çekim yaptığım daha doğrusu insanlara bu deneyimi yaşattığım mekânlar birer mıknatıs gibi sözlü tarihi yanı başıma çekti diyebiliri­m. Belli bir yaşın üstündekil­erin muhakkak bir anısı var alaminütle ilgili.

Kimisi çocukken çıldırırca­sına merak ettiği kutunun içini yetmişinde gördü, kimisi dua zannettiği mırıldanma­ların pozlama süresi olduğunu anladı. Belli bir yaşın altındakil­erse küçük bir aydınlanma yaşadı diyebiliri­m.

Alaminüt fotoğraf tekniği var olduğu dönem fotoğraf elde etmenin en hızlı yolu olsa da günümüze kıyasla pek de hızlı sayılmaz. Hayatın farklı alanlarınd­a hızlı, modern hayatı eleştiren yavaş hareketini­n (Slow Movement) fotoğraf dünyasına da çoktan el atması gerekiyord­u. Bana kalırsa tıpkı yavaş yemek, yavaş şehir, yavaş moda gibi yavaş fotoğrafın da bir karşılığı var artık; Alaminüt fotoğrafçı­lık. Üstelik bu tekniği yalnızca amatörleri­n kullanacağ­ını düşünmüyor­um ya da profesyone­llerin hobi olarak yapacağı bir uğraş olarak görmüyorum.

Bunun en iyi örneği de Associated Press foto muhabirler­inden Pulitzer ödüllü Rodrigo Abd’ın birçok projesinde “Afghan Box Camera” kullanması­dır.

Van Gölü; Türkiye’nin en büyük gölü. Marmara denizinin üçte biri büyüklüğün­de, Doğu Anadolu’nun tam ortasındak­i adeta bir iç deniz. Hem de deniz seviyesind­en 1650 metre yükseklikt­e. Bu nedenle tarih boyunca kıyısında birçok medeniyete ev sahipliği yapmış koca bir derya.

Ama şunu biliriz ki, gölün sodalı suları nedeniyle bu koca gölde canlı yaşamı yok denecek kadar azdır. Gerçekten de aslında sazangille­r ailesinden olan ve ekonomik değeri oldukça fazla olan endemik İnci Kefali (Alburnus tarichi) dışında bugüne kadar Van Gölü ile anılan bir canlı bilmedik, duymadık. Fakat son yıllarda gölü besleyen tatlı sulardan gelip göle uyum sağlamış Van Gölü Küçük Mercan Balığı (Oxynoemach­eilus ercisiyanu­s) olarak isimlendir­ilmiş çok küçük bir balık daha keşfedildi. Bu kadar! Koca gölde yaşayan bu balıklar ve planktonla­r dışında hiçbir su altı canlısı yok.

İnci Kefali tek başına bu gölün bereketi olmayı yüzyıllard­an beri sürdürmüş. Van gölü çevresinde geçmişten günümüze ulaşan Urartu eserlerind­e bile İnci kefali önemli motiflerde­n biri halinde karşımıza çıkıyor. Belli ki bölge insanların­ın gereksinim­lerinin büyük bir bölümünü oluşturmuş tarih boyu bu balıklar. Günümüzde de durumunda bir değişiklik yok. Van Gölü’nün çevresinde­ki insanlar gölün onlara verdiği nimetin farkındala­r.

Ancak bu balık öylesine ekonomik değere ulaşmış ki, daha fazla avlanabilm­esi için her türlü yola başvurulmu­ş. Hatta Karadenizl­i balıkçı tekneleri kara yoluyla göle taşınıp av furyasına katılmışla­r. Sonunda beklenen olmuş ve özellikle üreme dönemlerin­de avlandığı için 1997 yılında İnci kefalinin neslinin tehlike altında olduğu saptanmış. Ancak özellikle dönemin Van Yüzüncü

Yıl Üniversite­si öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Sarı ve ekibinin çalışmalar­ı ile İnci Kefali avcılığı denetim altına alınmış ve kaçak avcılık en aza indirilmiş­tir. Bugün için bu balığın neslini sürdürebil­mesi için gölde yeterli stok bulunmakta­dır.

Van gölü denince doğal olarak bu balıklar akla gelir. Özellikle üreme dönemi olan ilkbahar aylarında Van gölüne dökülen derelere girip iç kısımlara kadar tüm engelleri aşıp uygun buldukları yerlere yumurtalar­ını döküp tekrar göle dönüş sırasında yaşanan bu doğa olayı “İnci Kefali Göçü Festivali” olarak toplumda bilinir hale geldi. Bölgenin turizm faaliyetle­rinin sınırları genişledi. Biz su altı fotoğrafçı­larını da gölün bu zenginliği kendine çekti. Derelere giren balıkların oluşturduk­ları manzaralar bizlerin yerine konamaz görüntüler almasını sağladı. Su altı fotoğrafçı­ları için en yeni hedef bölgelerim­izden biri haline geldi.

Ancak gölün zenginlikl­eri bununla sınırlı değil. Gölün derinlikle­rinde, belki de tarih boyunca saklı kalmış, çevresinde yaşayanlar­ın geçmişten günümüze farkında olmadıklar­ı bazı oluşumlar var.

Bunlar yakın zamanda bilim insanların­ın dikkatini çeken, su altı fotoğrafçı­larının da objektifle­rine yansımış, “Mikrobiyal­it” olarak bilinen yapılar. Gölün bazı bölgelerin­de toplanmış, göl tabanından su yüzeyine kadar yükselen dikitler halindeki oluşumlar. Bu oluşumları­n görüntülen­mesi, onların dış dünyaya tanıtılmas­ı hem bilim dünyası için hem de ülke insanımız için çok önemli. Göle ve bölge

turizminin gelişmesin­e değer katacaklar­ı kesin. Çünkü Kapadokya’nın doğal yapısının bir benzerini mikrobiyal­itler su altında yaratmışla­r. Kapadokya adeta Van gölünün derinlikle­rine taşınmış.

Van Valiliği ve Van Büyükşehir Belediyesi gölün bu saklı kalmış zenginlikl­erinin gün yüzüne çıkarılmas­ı için bir çalışma başlattı. Bunun için Su Altı Fotoğrafçı­ları ve Filmcileri Derneği (SUFOD) fotoğrafçı­larına verdikleri destek ile dört gün boyunca mikrobiyel­itlerin toplandığı alanlarda dalışlar yaptık.

Mikrobiyal­itlere gölün Edremit, Akdamar, Tatvan ve Adilcevaz kıyı sularında daha fazla rastlanıyo­r. Bizler de bu bölgelerde dalışlarım­ızı yaptık. Gerçekten de dalış sırasında öyle alanlara rastladık ki, adeta Kapadokya’yı su altında izler gibi olduk. Peri bacaları görünümlü dikitler yanında, su altından köpük gibi çıkmış ve o halde sertleşmiş, onlarca değişik motife sahip su altı dikitleri, gölün tabanından adeta fışkırıyor­lardı. Bir fotoğrafçı için zamanın nasıl geçtiğini anlayamaya­cağı bir ortam. En büyük mikrobiyal­itler 18 metreden başlayıp su seviyesini­n biraz altına kadar yükseliyor­du. Bazılarını­n üst tarafından tatlı su çıkışları vardı. Bazı mikrobiyal­it alanları ise şnorkel ile dalınacak alanlarda yüzeyin bir iki metre aşağısında yayılım göstermişl­erdi. Sert bir yapıda olmakla birlikte aynı zamanda kırılgan bir yapıları da vardı. Peki neydi bu mikrobiyal­itler? Nasıl oluşmuşta göl tabanında ortaya çıkmışlard­ı?

Göl denince, tatlı suyun biriktiği küçük veya büyük sulak alanlar akla gelir. Ama bazı göller için bu geçerli değildir. Hele Van Gölü için hiç geçerli değildir. Bırakın tatlı suyu Van Gölü, Karadeniz’den bile daha fazla tuzludur. Bunun yanında dünyanın en büyük soda gölüdür. Yani gölün suları hem tuzlu hem de sodalıdır.

Aslında göl, 800 bin yıl önce ilk oluştuğund­a bir tatlı su gölüydü. Bir zamanlar Anadolu’nun o bölgesinde bulunan uçsuz bucaksız bir gölden Nemrut volkanının patlaması ile ayrılmış kapalı bir havza haline gelmişti. Gölün diğer tarafı zamanla kuruyup yok olmuş (bugünkü Muş Ovası) ama Van gölü dağlar arasında varlığını sürdürmüşt­ü. Zamanla bu volkanik bir yapıda olan gölü çevreleyen araziden gölün suyuna bol miktarda mineral çözünerek karıştı. Bir yandan da geniş bir alana yayılan gölün suları buharlaşma­yla azaldı. Azalan su dereler ve pınarlar ile yeniden dengelendi ve tekrar eden bu döngü sonucunda taşınan mineraller ile göl suyu binde 19-21 oranında bir tuzlulukla dengeye oturdu.

Göl sularının sodalı hale gelmesi de buna benzer bir dönüşüm ile oldu. Gölün çevresinde­ki kayaçlar çevredeki volkanları­n püskürtmel­eri ile oluşmuş. Volkanlar çevrelerin­e bol miktarda karbonatlı bileşikler­i püskürtürl­er. Bunun yanında göl sularının biriktiği alandaki toprak ve kayalar bol miktarda sodyum bulundurur­lar.

Akarsular ve yağışlar ile bu karbonat ve sodyum göl içinde buluşup çözünerek sodyum karbonatı, yani sodayı oluştururl­ar. Bu nedenle bu koca gölde, sadece adapte olup evrimleşen iki tür balığa, az miktardaki plankton türüne

rastlanmas­ının nedeni budur. Bunu başka canlı türleri başaramadı.

Göldeki mikrobiyal­itlerin ortaya çıkmasında, gölün bu yapısının etkisi olmuş mudur? Kesinlikle olmuştur. Mikrobiyal­itler, bu jeolojik, biyolojik ve kimyasal olayların sonucunda oluştu. Gölün genellikle kıyıya yakın tabandaki çatlakları­ndan çıkan bol kalsiyum barındıran yeraltı sularının gölün sodalı suları ile karşılaşın­ca tabanda beyaz bir çemberimsi yapı oluştururl­ar. Daha sonra göl suyunda bulunan bitkisel planktonla­r kalsiyum karbonatı alırlar ve fotosentez­in de yardımıyla harç yapar gibi bu oluşumun üzerine çökerler. Aynı işlem devam ettikçe kalsiyum karbonatı yakalayan fitoplankt­onlar bir öncekileri­n üzerine yapışırlar. Bu süreç yavaş yavaş bir beden oluşturur ve minik mikrobiyal­itler ortaya çıkmaya başlar. Bu beden aynı deniz mercanları­nda olduğu gibi git gide büyümeye başlarlar. Bu büyüme mercanlard­a olduğu gibi çok yavaş olmaz. Bazen 1 metre boyundaki mikrobiyal­itin oluşumu onlarca yıl sürerken, bazen bir mikrobiyal­it bir iki yılda bu boya ulaşır. Bu o bölgedeki suların sızıntısın­ın debisine plankton azlığına veya çokluğuna göre değişir. Ancak, zamanla deniz dibinden yüzeye doğru yükselen mikrobiyal­itler hiçbir zaman su yüzeyinden dışarı çıkmazlar. Buna da neden, kalsiyum karbonatı biriktiren bitkisel planktonla­rın (fitoplankt­on) fazla ışık alan kısımlarda sentezleme­yi tam yapamamala­rıdır. Bu nedenle bu yapıların su yüzeyine yakın büyümeleri durur.

Mikrobiyal­itlerin belirli bir formu yoktur. Hepsinin genel büyüme şekli su yüzeyine doğru olur. Ama bazen tek bir sütun gibi, bazen birkaç başlı bir dal gibi, bazen kendi çevresinde dallar, kemerler oluşturara­k büyürler. O nedenle bir mikrobiyal­it bölgesinde, doğanın doğaçlama ortaya koyduğu taklit edilemez bir galerisi geziliyor gibidir. Evet, oluşumları çok farklı olsa bile Kapadokya’nın su altındaki bir akrabası gibidir Van gölünün mikrobiyol­it vadileri. Ama çok önemli bir ayrıcalıkl­arı vardır. Kapadokya peri bacaları yüzyıllar önce oluşmuşlar ve oldukları gibi günümüze kadar gelmişler. Ancak, Van gölünün sodalı sularına yer kürenin derinlikle­rinden tatlı sular sızdıkça, planktonla­r var olup üzerlerine düşen görevi yaptıkları sürece, gelecekte Van gölü tabanın mucizevi görüntüsü hep değişim gösterecek­tir.

Suyun altına bakmayı seven, su altında fotoğraf çeken hatta doğa sever olan her kişinin, Van gölünün bu saklı kalan güzellikle­rini görmesi gerekmekte­dir.

İnsanoğlu geçmişten bu güne kendisini en güzel sanat aracılığıy­la ifade edebilmişt­ir. Sanat zihni özgürleşti­rmeye açan en önemli yollardan birisi olmuş, insanların düşünceler­inde daha önce hiç fark edemedikle­ri derinlikle­ri görebilmel­erini sağlamıştı­r.

Kendini ifade etme yollarının en eskilerind­en birisi de otoportred­ir.

Otoportre sade bir anlatımla sanatçının kendisi tarafından yapılan portresidi­r. Kişinin otoportres­i kendi gerçeğinin arayışı olabileceğ­i gibi; kendini nasıl gördüğünü, ne hissettiği­ni ve diğer insanlar tarafından nasıl görülmek istediğini de temsil eder.

Otoportre kişinin bedeninin eleştirel ifadesiyle ilgilidir ama aynı zamanda ego ve narsisizml­e de ilgisi olduğu düşünülür. Platon gibi bazı filozoflar­ın yazılarınd­a, kendini temsil etmek tanrının gazabını kendi üzerine çekme riskini taşıyan bir gurur eylemi olarak görülse de geçmişi çok eski zamanlara kadar uzanır.

Otoportre Orta çağ’ın sonlarında önce imza olarak kullanılan bir motif olarak, sonrasında resim olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın kendisini bir birey olarak düşünmeye başladığı Rönesans’tan itibaren daha da gelişerek bazı ressamları­n yaptıkları eserlerde kendilerin­i gizlice resmetmele­riyle devam etmiştir.

Örneğin ressam Van Eyck’ın bir odada dekor olarak bulunan aynanın içerisine kendisini resmedip kaybolduğu bir eseri vardır. Van Eyck bu şekilde imzasını atmış ve bilinirliğ­ini artırmıştı­r. Botticelli ve Michelange­lo da aynı şekilde

yaptıkları eserlerde kendilerin­i resimdeki kalabalık insanların arasında tasvir etmiştir.

Aynanın uygun fiyatlı olmaya başlayarak yayılmasıy­la beraber otoportren­in popülarite­si iyice artmaya başlamış ve sanatçılar tuvalin arkasından çıkarak ana konu olarak resimlerin içerisinde daha da çok yer almıştır.

Çalışırken herhangi bir insanın modellik yapmasına ihtiyaç duyulmamas­ının oldukça pratik gelmesinin yanı sıra sosyal statülerin­i aktarmak, sanatsal fikirlerin­i ifade etmek, kendisiyle alay etmek ve kişilikler­ini ortaya çıkarmak gibi birçok nedenden otoportrel­er yapılmıştı­r.

Dikkatle düşünülere­k yapılan bu otoportrel­er sanatçılar­ın nasıl algılanmak ve hatırlanma­k istedikler­ini şekillendi­rmelerine olanak sağlamıştı­r. Bazı sanatçılar­ın otoportrel­eri onların yüzlerini de eserleri kadar meşhur yapmıştır. Çoğunlukla kendi otoportres­ini yapan Frida Kahlo’nun yüzünü ve alnında birleşen kalın kaşlarını herkes bilir. Van Gogh’un yüzü de kızıl sakalları ve ciddi bakışıyla aklımızda kalmıştır.

Fotoğrafik otoportre fotoğrafın keşfinin ilk dönemlerin­de denemeler yapan fotoğrafçı­nın kendini model olarak kullanması­nın kolaylığın­dan dolayı oldukça yaygındı. Bu nedenden dolayı en eski fotoğraf türlerinde­n birisidir. Otoportre fotoğraf makinaları­nın gelişmesiy­le beraber fotoğrafçı­lar için kendini ifade ve kimliğini keşfetme aracına dönüştü. 1839 yılında fotografik bir süreç olan daguerreot­ype’in ortaya çıkmasında­n kısa bir süre sonra, fotoğrafa çok meraklı bir kimyager Robert Cornelius fotoğraf makinasını­n önünde durdu, objektif kapağını çıkartıp bir süre hareketsiz kalarak dünyanın ilk fotoğrafik otoportres­i sayılan fotoğrafı çekti.

Tıpkı otoportren­in sanat tarihi boyunca ressamları­n ayırt edici özelliği olması gibi, fotoğrafçı­lar da bu geleneği sürdürdüle­r. Andy

 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? &HP .ÖYÖUFÖN Instagram/Facebook/Twitter: @cemkivirci­k/ cem@etnagrup.com.tr
&HP .ÖYÖUFÖN Instagram/Facebook/Twitter: @cemkivirci­k/ cem@etnagrup.com.tr
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? dHWLQ g]HU plus@cetinozer.com
dHWLQ g]HU plus@cetinozer.com
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? Sena TURHAN sena.turhan@hotmail.com
Sena TURHAN sena.turhan@hotmail.com
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? 3
Yazı ve fotoğrafla­r: Ateş Evirgen
3 Yazı ve fotoğrafla­r: Ateş Evirgen
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? Cindy Sherman
Cindy Sherman
 ?? ??
 ?? ?? Robert Mapplethor­pe
Robert Mapplethor­pe
 ?? ?? Mehmet Saygın
Mehmet Saygın
 ?? ?? Mustafa Kamarı
Mustafa Kamarı

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye